Giriş - İletişim


 
 
 
 
 



Kumru Başer




KÖKLER

 

PARİS BULUŞMASI

Paris’de eski dostlarla buluşup yeni dostlardan ayrıldım. İçim ısındı.

Hasan Hüseyin’den heveslenip Paris’i yazmak için niyetlenmişken, bambaşka bir yerlerden başladım. Sonunda Paris’e gelecek konu ama arası epey birikmiş. Ya da ben artık hiç bir şeyi kısa anlatamıyorum.

Farkettiniz mi, insane hep farkında bile olmadan sürekli bir unutma ve hatırlama süreciyle hayatının tam bir fotoğrafını çekme çabasında.

İnsan doğası böyle. Her bir anınızda o anı ve geleceği, ama aynı zamanda geçmişinize dair, bütünlüklü, tam bir resmi görmek istiyorsunuz.

Ben buna insanın, tarihini sürekli olarak yeniden yazma ihtiyacı diyeyim. Tanıkları bulmak ve onlarla bu sözlü tarihi sürekli karşılaştırmak gerekiyor.

Bunu yapamadığınız oranda, ya da tam olarak yazamadığınız tarihiniz büyüdükçe, içinizde de bir boşluk büyüyor.

BOŞLUKLAR

Benim çocukluğum hep oradan oraya taşınarak geçti. İki şehir, üç ilkokul değiştirdim. İlkokul arkadaşlarım ve öğretmenlerim uzak ve dumanlı bir mazi.

Yarı öğrencisi gazeteciler sitesinden, yarısı da arkadaki gecekondulardan gelen, Esentepe’deki Mareşal Fevzi Çakmak ilkokulundan, sınıfın camından hep birlikte evinin buldozerlerle yıkılışını seyrederken gözlerinden ip gib iyaşlar inen kırmızı saçlı çilli Halil ile, şimdi koca koca holding binalarının arz-ı endam ettiği Zincirlikuyu ile Levent arasındaki dutluk ve kırlıklarda bana kuzukulağını, dışı soyulup içi yenen dikenleri tanıtan Berat’a neler olduğunu bilmeliydim oysa.

Ya da daha sonra harçlıklarımızı biriktirip çarşamba günleri beraber Selamiçeşme’deki Şal pastanesinden aldığımız bir kutu pastayla meteorolojinin papatya tarlasında piknik yaptığımız Neslihan ve Jülide’ye.

Altı yılımı geçirdiğim liseden kimseyle bağım yok. Kars oyunları ekibinde eş olarak oynadığımız ilk sevgilim profesyonel ritimci ve dansçı oldu diye biliyorum. Çanakkale günlerinde Nazım’ın Kurtuluş Savaşı Destanı’ndan metinleri uyarlayarak bütün velileri zarıl zarıl ağlatan gösteriler düzenleyen can dostu edebiyat öğretmenim Gaye hanım sağmış.

İnternet sağolsun, lise mezunlarının grubunu bulup sordum. Grupta 400’e yakın insane var. Ama hiçbiri beni tanımıyor. “Gene de buluşma günümüze bekleriz Kumru abla” diye yazdı moderatör. 96 mezunuymuş. İçim ezildi. Neyse ki birlikte ahlak dersini kırıp topluca Arkadaş filmine gittiğimiz 5 Edebiyaz A sınıfının 13 öğrencisinden Baba Ahmet’in Bursa’da otelcilik yaptığını biliyorum. Annemleri tanıyıp bir güzel ağırlamış, bana da selam yollamış.

YAKIN TARİH

Üniversite sınavına hazırlanırken birlikte romantik isyan hayalleri kurduğum ve diyalektik materyalizm ile Anti Dühring’in, ve Ampriyo-kritisizm’in esrarını birlikte çözmeye çalıştığım iki yakın arkadaşımdan birinin izini ha yakaladım, ha yakalayacağım. Yirmi yıl once rehberden numarasını bulup aramış, hapiste olduğunu öğrenmiştim ağlayan annesinden. Üniversite sınavına girdiğim günü bana babasının koca köstekli demiryolcu saatini vermiş ve kapıda çıkışımı beklemişti, nasıl unuturum?

Aramak da zor iş ama değil mi o kadar yıl sonra? Sevinecek mi korkacak mı? Konuşulacak şey bulunamayıp, karşılıklı susulacak mı? Mecburen kibarlık mı edilecek? İlk ne denecek? Ya gözleri eskisi gibi parlamıyorsa?

İlkokul ve lise arkadaşlarının izini kaybetmek neyse de insane ilk defa yetişkin bir insane olarak, eşini dostunu seçtiği üniversite yıllarından nasıl kopar? Cevap: 78’li olursa…

ANKARA YOLUNDA

Ankara’ya yataklı tren ile gittim babamla kaydımı yaptırmaya.

Yataklı muhteşemdir, insane harika bir lüks hissi verir. Eski moda bir lüks ama.

Benimle çok gururluydu şimdi anlıyorum. Yataklının restoranında yoğurtlu ıspanaklarımızı yerken, “Sen bizim aileden beşinci Mülkiyeli oluyorsun” dedi.

Bizim aile de Mülkiye gibi devlete yüksek memur yetiştirmiştir hep. Gerçi babam biraz fazla solcu geldi devlete tutmadılar. Ama onun aklı hep orda kaldı. Aslında sağlım bir devletçi olduğu için sosyalist olmuştu biraz da.

16 yaşımdaydım ilkokulda bir sınıf atladığımdan, ve Siyasal ilk tercihimdi. Trendeki yemekten sonra babam Samsun paketini çıkardı. Bir tane kendisi alıp bir de bana uzattı. “ Ben de üniversiteye girdiğimde başlamıştım, yanımda içebilirsin” dedi. Heyecandan nefesim kesilmişti, gizli gizli içtiğimiz farkındaydı üstelik. Utanarak içtim.

NE OLUNMALI?

Artık büyümüştüm işte. Önümde iki önemli soru vardı.

Ne olacaktım okuyup? Babam maliyeci olmamı isterdi. İdareye ısınamamıştım. Hesapla aram iyi değildi. En iyisi diplomat olmak belki de diye düşünmüştüm. O zamanlar hem hayatın hem devletin kadınlara bizim evdeki kadar eşit davranmadığının da farkında değildim pek.

Sonra nasıl bir solcu olacaktım. Kendime bir yol seçmem lazımdı.

Şen şatır ve fena halde siyasi bir sülaleden geliyorum. Ya da kabileden. Çocukluğumda bayramlarda, düğün ve cenazelerde ve Yozgat günlerinde aile biraraya geldiğinde, yenilir, içilir, hop badirik oynanır, şarkılar söylenir ama daima ve ateşle politika konuşulurdu.

Sesler giderek yükselip öfkeler kabardığı bir defasında Demokrat Partili yaşlı bir akrabamız, babamı “Dikkat et Arslan ateşle oynuyorsun” diye uyarmıştı. Uyuyamamıştım o gece. Çocuklar herşeyi ciddiye alır.

Türkiye İşçi Partisi kurulmuş, Çankaya ilçe saymanı olan annem deri ceketi ve kasketiyle meydanlarda seçim konuşmaları yapıyor. Hem çok kararlı bir sosyalist hem de iyi bir hatip olduğu halde çoğu kişinin onu hala boyu posu ve güzelliğiyle hatırlamasına ifrit olur.

Babam ise memur olduğundan üye olamıyor, gizlice teorisyen. Seçim konuşmalarını onun yazdığı söyleniyor. Benim işim ise rozet dağıtmak.

Beş yaşındayken, bildiriler yazmak, eylem planlamak için evimize toplanan abiler ve ablaları üç haneli rakamlarla toplama çıkarma yaparak etkilemeye çalışıyorum. “Yaz bakalım” diyorlar, “Em-per-ya-li-zim”.

Kafatasçıları, Amerikalıları ve Tüşkeşi sevmiyoruz.

Gel zaman git zaman, 12 Mart döneminde İstanbul’dayız artık.

“Sayın muhbir vatandaş” radyodan göreve çağrılıyor. Babam “Doktor yurt dışına kaçtı” diyor, “Mihri tebdil geziyor, sınırdan bir o yana bir bu yana geçiyormuş”. Halit Çelenk gelip gidiyor, davaları anlatıyor. Karagözlüklü sıkıyönetim hakimlerini, Denizleri.. Gözlerimden yaşlar iniyor. Geceleri uykuya dalmadan once onları nasıl hapisten kurtarabileceğimi planlıyorum. Baskınlar, ev aramaları. Bize kalmaya gelip bana matematik çalıştıran, benimle Amiral Battı oyanyan abiler ve ablaların leblebili bozalar içtiğimiz o kış gecelerinde gidecek başka yerleri yoktu muhtemelen.

Büyüyüp her şerefli yetişkin gibi hapis, sürgün, ve gereği neyse onları yapmaya karar veriyorum.

Fakat heyhat! Ben büyüyene kadar işler karıştı! Her kafadan bir ses çıkıyor. Yanlış yollara gitmeyelim diye bir kaç arkadaş kafa kafaya verip çalışmaya giriştik. Materyalizm tamam da diyalektiği anlaması zor. Babamın açıklamaları işi daha da karıştırıyor. “Her gün aslında biraz dün, biraz bugün, biraz da yarındır” diyor şevkle. Nasıl yani?

Aylar süren okumalar, tartışmalar, ciltler dolusu sol yayınlar klasiklerinden sonra bazı elemeler yapabilecek duruma geldiğimizi hissediyoruz.

Sovyetikleri pasifist buluyoruz, bir şey yapmaya niyetleri yok. Maoculuk da bizim memlekete uymak. Küçük halktan kopuk grupların da bir yere gideceği yok. Eh seçenekleri iyice daraltmışız.

Ben Siyasal’ı kazanınca birbirimize söz verdik. Aramızda tartışmadan bir yere katılmaca yok. Ankara’ya gidişimin birinci haftasına bu sözümü çiğnedim.

Bir yıla kalmadan artık diplomatlıkta ya da okumada da gözüm kalmamıştı, ne yalan söyleyeyim. Hatta demokratik özerk üniversite mücadelesi falan da kesmezdi beni. Türkiye’de çok yakın bir gelecekte devrim olacaktı. Bu çok kesindi. Çelişkiler iyice keskinleşmişti. İnsanlar öldürülüyor, dövülüyor, şiddet her yeri sarıyor, yoksulluk büyüyordu. Olunacak tek şey vardı.

PROFESYONEL DEVRİMCİ

Kesintisizleri yutmuştum. Babamların kuşağına da artık başka bir gözle bakıyor ve alttan alta küçümsüyordum. Reformcuydu onlar. Kemalisttiler hatta. (O zamanlar solcuların birbirine küfür gibi yakıştırdıkları bu sıfatın, yani Kemalizmin aslında en radikalinden en mıymıntısına bütün Türk sol hareketleri için bir ölçüde geçerli olduğunu düşündüm sonradan.) Onlar konuşmuştu, biz yapacaktık. Bu devleti yıkacak yerine sömürüye dayanmayan yeni bir düzen kuracaktık.

Babam, her ne kadar “gelmezler yavrum” diyorsa da halk bizim arkamızdaydı. Gecekondulardan binlerce kişiyi Kızılay’a indirmiyor muyduk?

Ya ordu? Pek düşünmemişiz. Hatta o hiç bir zaman itiraf etmeyeceğimiz Kemalist damarımız içten içe nasıl CHP ye kanımızı kaynatıyorsa, gizli gizli askerin de hiç bir zaman polis gibi olamayacağını fısıldıyordu. Yaşayarak öğrenmek gibisi yok.

ENTLER VE İSİMLERİMİZ

Sevgili arkadaşlar,

Çok sevdiğim bir kitap var. Yüzüklerin Efendisi. Çocuk kitabı deyip geçmeyin sakın. Bağlılık, dostluk, fedakarlık, sevgi, hayat, evren ve varoluş hakkında çok düşündürür insanı.

O kitapta çok bilge ve yaşlı ağaçlar var. Yürüyebilen ağaçlar. Ya da sıradan ağaçların çobanlarıdır bunlar. Birine ismini sorarlar. “Mmmmmmm” der, “Çok uzun sürer, şimdi anlaşmaya vakit yok”. Çünkü o dilde birinin ismi, onun hakkındaki herşeydir, onun öyküsüdür.

Ben de adımı söylemeye devam edeceğim. Ne uzunmuş ben de bilmiyordum. Üstelik dağınık da. Adlarımızdan bir dönemin hikayesi çıkacak.

Kumru Başer
Haziran, 2005




Üye Girişi
Üye - Parola

Haberler
-12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasında
-darbelere karşı eylül etkinlikleri başladı
-13 Haziran Ankara Buluşması
-PANEL : Seçimleri Okumak
-150. YILDA SBF<d>DER ETKİNLİKLERİ
Tüm Haberler

Yazarlar
Hasan Hüseyin Özkan
Murat Utkucu
Yunus Işın
Sinan Kasımoğlu
Kumru Başer
Osman Akınhay
Mehmet Ay
Fikret Yakar
İshak Kocabıyık
Handan Koç
Gülseren Karaçizmeli


SBFDER Web © 2008. Her Hakkı Saklıdır. Ana Sayfa |  Hakkımızda |  Fotoğraflar |  Yaşattıklarımız |  Yazılar
Sanat Galerisi |  SBF<d>DER |  Haberler |  Üyeler |  Linkler |  İletişim